Bir çatışma alanı olarak devlet ve asgari ücret

Bir çatışma alanı olarak devlet ve asgari ücret – Yasemin Çelik (Sendika.Org)

 

24 Aralık 2012

 

“Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk,
yapılması gerekeni yapma iradesi
ve bunu yaparken coşku duyma yeteneği ile büyüyecektir.
Kalbi karartan gereksiz çalışmadır…”
 (1)

İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için bir takım maddi ürünlere ihtiyaç duyarlar, bu da üretim faaliyetini gerekli kılar. Üretim, insanın maddi yaşamını sürdürebilmesi açısından gerekli bir faaliyettir ancak tarihin eski dönemlerinden bugüne değin üretim araçları ve üretici güçler birikimsel ve niteliksel olarak gelişmiş bunun sonucunda üretim de amaçsal olarak oldukça farklılaşmıştır. Kapitalist toplum içerisinde insanlar yalnızca maddi ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapmazlar, bilhassa sermaye tarafından bize sunulan sınırsız bir ihtiyaç sepeti vardır ve biz bu ihtiyaçları doyuma ulaştırmak için sürekli çalışmak zorundayızdır. Bu şekilde düşündüğümüzde sermaye sahiplerinin sınırsız ihtiyaçlar karşısında piyasadan sürekli emek gücü talebinde bulunacağını da önvarsaymış oluruz. Görüntü bu haliyle oldukça güzeldir fakat ne yazık ki gerçek değildir. İhtiyaç kavramının gerçek olduğu nokta, kapitalist sanayileşmenin varlığını sürdürebilmesi için sürekli olarak yaratılan bir artı değere duyduğu ihtiyaçtır. Bu da pek tabii olarak üretimin sürekliliğini ama aynı zamanda da genişleyerek ve farklılaşarak bir yeniden üretimi zorunlu kılar. Bu noktada karşımıza üretim ilişkilerini düzenleyen kurumsal-dışsal bir varlık olarak devlet, üretim sürecinde ihtiyaç duyulan araçlara sahip olan sermaye sınıfı ve bizatihi üretimin kendisini gerçekleştiren özne olarak işçi sınıfı çıkar.

Sosyolojik muhayyile; bizim, tarih ve yaşam öyküsünü ve bu ikisinin toplum içindeki ilişkisini anlamamızı sağlar. Onun bu kullanımının ardında her zaman bireyin toplumdaki varlık nedenini ve –kendisinin- toplumsal ve tarihsel anlamını bilme tutkusu vardır.(2) Belirli bir üretim tarzı, sadece yerini aldığı tarz her yerde kendine özgü toplumsal dönüşümleri tamamladığında gelişip tarihsel rolünü oynamaya başlamaz. Birbirlerini takip eden üretim tarzları ve ilgili toplumsal biçimlerle sınıf katmanlaşmaları, aslında tarihte daha çok kesişen ve çatışan güçler olarak ortaya çıkmaya eğilimlidir. Buradan hareketle günümüzde, kapitalist üretim sürecinin en önemli öznesi olan emekçilerin bu süreçteki rollerini ve bu süreci örgütleyen diğer toplumsal sınıf ve olgusal bir alan olarak kabul ettiğimiz devlet ile ilişkisini iyi kavraması gerekmektedir. Zenginliğin yaratılmasında sürece aktif olarak dâhil olan iki aktör vardır. Birincisi yaşamak için emeğini satmaktan başka bir şeyi olmayan işçiler, diğeri ise üretim araçları ya da belli bir nakdi sermayeyi ellerinde bulunduran kapitalistler. Bunların yanı sıra, hukuk yasaları ile mülkiyet ilişkilerini belirleyen, dolayısı ile de üretim sürecine içkin kuralların çerçevesini dışsal olarak çizen devletin(3) de toplumsal zenginlik üretiminde dışsal bir aktör olarak var olduğunu söylemek gerekmektedir.

Üretim faaliyeti bir yandan bireysel biyolojik yeniden üretimi sağlarken, diğer yandan da toplumsal zenginliğin belirleyicisi(4) olmaktadır. Üretim süreci sonunda yaratılan değerden işçinin aldığı pay ücret olmaktadır. Alıcılar ile satıcıların buluştuğu ve değişim ilişkilerinin gerçekleştiği piyasa düzeninde muazzam bir birikim elde edilirken, emeğin bu zenginlikten aldığı pay yalnızca ücret olarak kalmıştır. Bu noktada aklımıza asılı kalan soru; emeğin üretim sürecinde gerçekten de yaratılan toplam değerden hak ettiği payı alıp almadığı ve eğer emek gerçekten hak ettiği payı alamıyorsa burada hangi toplumsal öznelerin bu süreçten sorumlu olduğu sorusudur.

Günümüzde özellikle 1980’li yıllardan itibaren küresel rekabetin belirleyici olduğu bu ortamda uygulanan refah politikalarının artık işlevsiz kaldığı, kapitalist sanayileşme modelinde dünya ile yarışan sermayenin daha yüksek kar oranları elde edebilmesi için yeni ve daha işlevsel politikaların hayata geçirilmesi gerektiği sermaye örgütleri tarafından sıkça dile getirilmektedir. Bununla birlikte küresel rekabette aslan payını almak isteyen Türkiye’deki sermaye örgütlerinin üretim maliyetlerinin çok yüksek olduğunu savundukları ve emek piyasasındaki katılıkların (örneğin asgari ücretin) yeniden düzenlenmesi yönünde iktidar üzerinde bir baskı mekanizması kurmaya çalıştıkları görülmektedir. Buna yönelik olarak devletin piyasadaki konumu yeniden düzenlenmiş, kamu görev ve sorumlulukları adım adım piyasaya devredilerek devlet, politika belirleyici konumdan, toplumsal sınıflar arasında denge gözeten bir idareci konumuna indirgenmiştir.

Devletin bizatihi kendisi bir mücadele alanı olarak algılanırsa Türkiye özelinde kapitalist birikimin tarihsel uğraklarından biri olarak değerlendirebileceğimiz 1980’li yıllarda yaşanan dönüşümün sınıflar arası mücadelelerden bağımsız olarak kavranamayacağı bir gerçektir. Devletin sosyal görevlerinin azalması, işçi sınıfı mücadelelerine karşı burjuvazinin karlarını yeniden korumaya yönelik olarak algılanabilir. Ancak devletin kendisi tek bir sınıf ya da sınıf fraksiyonunun aracı olarak görülemeyeceğinden dolayı, köylülük ve işçi sınıfının artan tepkisine karşı sübvansiyonların ya da reel ücretlerin belli dönemlerde yüksek tutulması, siyasi bir popülizmden çok toplumsal çatışmaların azaltılması için zorunlu bir ihtiyaçtır da. Ancak bunun ne zaman yaşanacağı ucu açık bir sorudur.(5) Günümüz koşullarında işçinin aldığı ücretin, onun asgari geçim imkânını sağlayacak düzeyde olduğu varsayılmaktadır. Üretimdeki artış ile birlikte minimum insanlık düzeyine işaret eden asgari ücretin de -devletin anayasasının 55. maddesinde de vurguladığı gibi- zaman içinde yükselme eğilimine girmesi beklenir. Ancak ne yazık ki çoğu zaman bu ücret, asgari geçim olanaklarına bile denk düşmemektedir. Devleti bir mücadele alanı olarak kurguladığımızda toplumsal sınıflar arasındaki çatışma, somut politikaların belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Sermayenin gereksinimleri her noktada işçi sınıfının özlemleri ile çatışma içine girer(6) ve bu çatışma devlet denilen olgusal gerçekliğin sınırlarını müdahale yöntemiyle belirlediği bir sınıf mücadelesi alanıdır. Bu mücadele alanında devletin sermaye sınıfı ile ilişkisi artı değere el koyulmasını yasalar yoluyla meşru kılmak biçiminde gerçekleşirken, işçi sınıfı ile olan ilişkisi yarattığı değer üzerinde hak iddia etmesini engelleyici mekanizmalar geliştirmek biçiminde tezahür eder. Vurgulamak istediğimiz buranın çok çetin bir mücadele alanı olduğu ve devletin bu alanda tek başına herhangi bir toplumsal sınıf lehine karar vermek yerine, mücadelenin seyrine göre toplumsal çatışmayı dengeleyecek bir biçimde karar vereceğidir. Buna örnek olarak asgari ücretin, toplumsal muhalefetin görece yüksek olduğu 78-79’lu yıllarda önemli ölçüde artmasını, sonrasında ise 1980 askeri darbesi ile neredeyse yarıya düşmesini, sonra ’89 bahar eylemleri ile bir miktar yükselmesini ancak 1994 krizi ile yeniden asgari geçim şartlarının altına düşmesini gösterebiliriz.

Asgari ücretin bahsi geçen toplumsal sınıflar arası, sayısız çatışma alanlarından birinin konusunu oluşturduğunu yukarıda göstermeye çalıştık. Asgari ücret belirleme yolu ile sağlanmak istenenin; gelir dağılımında adaletin sağlanması, fakirliğin azaltılması, emeğin istismarının önlenmesi, ücretlerin enflasyon karşısında korunması, ücret farklılıklarının azaltılması, eşit işe eşit ücret kavramının hayata geçirilmesi ile cinsiyete dayalı ücret adaletsizliğinin ve haksız rekabetin önlenmesi(7) olduğu söylenir. Bizatihi devletin kendi yasa kitapçığı olan anayasada da “Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır ve asgarî ücretin tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da göz önünde bulundurulur.”(8) denmektedir. Kuşkusuz bu sayılan amaçların içerisinde bizce en önemli/yararlı olan nokta emekçilerin haklarının en azından yasalar kapsamında garanti altına alınıyor olmasıdır. Asgari ücret belirlenirken kanun koyucular tarafından her ne kadar ücretli kesimin lehine bir barem oluşturulması ima ediliyor olsa da, bu belirlenim sürecinde asıl önemli olan kriterlerden biri, dâhil olunan ekonomik sistem ve iktidarı o dönem içerisinde elinde bulunduran öznenin “sınıf” karakteridir. Çünkü bu durum gerçekte adil bir belirlenim yapılıp yapılamayacağının bir önvarsayımı olacaktır. Bunun yanı sıra ücretli kesimin bilinçliliği ve devletin sivil toplum ile arasındaki ara yüzü oluşturan sendikaların asgari ücret belirlenimi konusunda stratejik bir öneme sahip olduğunu açıktır.

Hükümetin oluşturduğu 2013-2015 orta vadeli plan ve ulusal istihdam stratejisi (2001-2023) incelendiğinde yukarıda bahsedilen iktidarı elinde bulunduran öznenin sınıf karakteri konusu biraz daha görünür olmaktadır. Bu programlarda; KOBİ’lerin, yeni girişimcilerin, esnaf ve sanatkârların rekabet güçlerinin yükseltilmesi hususu üzerinde önemle duran devlet, Girdi Tedarik Stratejisi (GİTES) kapsamında ihracata dönük üretimde daha etkin ve “düşük maliyetli” girdi tedarikine(9) özellikle önem vereceğini açıkça belirtmiştir. Kuşkusuz üretim maliyeti denildiğinde sermaye açısından en büyük kalemi işçi ücretlerinin oluşturduğu malumdur. Ayrıca 2009 yılının ekim ayında çalışmalarına başlanan ulusal istihdam stratejisinde, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi hususunda ciddiyetle durulmuş, küresel ölçekte rekabetin artması sonucu, büyük ölçekli işletmelerin ağırlıkta olduğu, işçilerin basit ve monoton işler yaptığı vurgulanarak sermayenin ücretleri aşağı çekme isteğinin paylaşıldığı dile getirilmiştir. Tüm bu veriler ışığında asgari ücrete zam konusunun yeniden gündeme geldiği bu günlerde ücretli kesimin gözü kulağı komisyondan çıkacak zam oranına odaklanmış durumdadır. Ancak bu süreçte makalenin genelinde vurguladığımız gibi asgari ücretin adil bir oranda belirlenip belirlen(e)meyeceğinin, tespit komisyonunda gerçekleştirilecek çatışmanın düzeyi ile doğrudan alakalı olduğunu düşünmekteyiz.

Peki bu komisyonda kimler var? İşçi sınıfını temsil etmek üzere en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonu olan Türk-İş’ten 5 yönetici, işverenleri temsil etmek üzere TİSK’den 5 yönetici ve 5’i de hükümeti temsil etmek üzere iktidar erkânından oluşan toplamda 15 kişilik bir komisyon oluşturulmuştur. Birinci nokta; devlet ile toplum arasında yapılan en büyük ekonomik toplumsal sözleşme olarak kabul edilen ve 5.5 milyon asgari ücretlinin –ailelerini de dikkate almak gerekirse 20 milyonu aşan bir rakama ulaşıyoruz- ücretinin yalnızca 15 kişilik bir komisyonca belirlenmesi, antidemokratik bir sürecin ifadesi olarak gözükmektedir.(10) İkinci bir önemli nokta, komisyonda aktif olarak yer alan işçi sendikası temsilcilerinin asgari ücret zammına dair somut bir oran belirlemekten uzak olduğu görülmektedir. Öte yandan başbakan yardımcısı Ali Babacan, geçtiğimiz kasım ayında “Küresel Ekonomideki Gelişmeler ve Türkiye Ekonomisi“ başlıklı bir sunumda Türkiye’nin güçlü büyüme performansının devam ettiğini(11) vurgulamıştır. Bununla birlikte başbakan kişi başı GSYİH nın 10.700 dolara yükseldiğini söylemektedir. Kabaca bir hesap yapıldığında bu rakam TL bazında yaklaşık 1580 TL’ye denk gelmektedir, oysa bugün verilen asgari ücret net 739 TL’dir. Ancak emek örgütlerinin somut düzeyde ürettiği politikalara baktığımızda genelde açlık ya da yoksulluk düzeyi üzerinden bir oran belirleme yoluna gittiğini görüyoruz. Yukarıda işçinin yaratılan değerden gerçekten hak ettiği payı alıp almadığını sormuştuk. Bu durumda amacı, işçinin hakkını savunmak olan emek örgütlerinin tespit komisyonunda neden politikalarını açlık ve yoksulluk sınırı yerine, yaratılan değerin ifadesi olan büyüme rakamları üzerinden bir pay talep etme noktasında oluştur(a)madıklarını anlamak oldukça zordur. Böylece emeğin yaratılan değerden hak ettiği payı alamamasında hangi öznelerin sorumlu olduğu sorusunun da dolaylı olarak cevabına ulaşmış olduğumuzu düşünüyoruz.

Sonuç olarak bu makalede, sınıf kavramını en genel ve soyut biçimiyle toplumsal üretim ilişkilerine uygun düşen bir kavram olarak, devlet kavramını ise toplumsal sınıfların çatışma alanı olarak tanımladık. Soyut düzeyde yapılan bu kavramsallaştırmaların, toplumsal pratikte karşı karşıya geldikleri noktada ortaya çıkan mücadelenin seyrine ne oranda yön vereceklerini örnekler ile göstermeye çalıştık. Bu nedenle bahsi geçen çatışma alanlarından yalnızca biri olan ve aralık ayının sonunda belirlenmesi beklenen asgari ücret zam oranının toplumsal muhalefetin pratikte ne ölçüde etkin olduğunu göstermesi bakımından önemli olacağının altını çizmekte yarar görüyoruz.

Notlar: 
(1) Ursula K. Le Guın, Mülksüzler, Metis Yayınları, 2012.
(2) David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, Metis Yayıncılık, 2009.
(3) Devlet olgusal olarak toplumsal sınıflar arasında bir ara yüz niteliğinde ya da toplumsal sınıfların mücadele alanı olarak algılanmalıdır. Devlet bu mücadele alanının öznesi olarak var iken mücadelenin taraflarını temsil eden toplumsal sınıflar arası çıkar çatışmaları somut politikaları belirleyici bir rol oynar. Bu durumda bir sınıf karakteri analizi yapılması gerekiyorsa bu bizatihi devlet kurumunun kendisine değil, o dönem iktidarda bulunan öznenin kendisine yönelik olmalıdır.
(4) Fuat Ercan, Toplumlar ve Ekonomiler, Bağlam Yayınları
(5) Demet Dinler, Praksis Dergisi, Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi, sayı:9, s.46
(6) Simon Clarke, Devlet Tartışmaları, 2004.
(7) Adem Korkmaz, Çağdaş Gelişmeler Açısından Asgari Ücret, Kamu-İş, Ankara, s.2
(8) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, m.55
(9) 2013-2015 orta vadeli plan metni, s.13
(10) Demokratik bir oluşum olması gerektiği bakımından diğer toplumsal muhalefet örgütlerinin sürecin dışında bırakılmasına işaret edilmek istenmiştir.
(11) http://www.iyihaberler.net/manset/turkiye-guclenerek-buyuyor/

Yasemin Çelik
Maramara Üniversitesi
Yüksek Lisans

Mobil sex Mobil porno Porno izle film izleBeylikdüzü EscortBeylikdüzü Escort

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir