Sendikalar hukukun deli gömleğini yırtmalı – Murat Özveri ile söyleşi (Birgün)

Sendikaların üye sayılarının önceki gün açıklanmasıyla kayıtlı 11 milyon işçiden 10 milyonunun sendikalı olmadığı ortaya çıktı.  Toplam 115 sendikadan 69’u işkolu barajı altında kaldı. Taşeron işçilerin sendika üyelikleri yine sayılmadı.  Bir de buz dağının öte tarafı kayıt dışı işçilik var…
Maalesef sendikalar zayıf. Sendikal alan yıllardır içinden, çıkamadığı büyük krizin içinde. Hükümetin ve sermayenin saldırılarına karşı koyamıyor. Herkes ne yapılması geretiğini soruyor. Ancak çoğu öneri geçmişe övünmeden ya da sahici olmayan kahramanlık nutuklarından öteye geçemiyor. Bu alandaki tartışmalara katkı sunmak istedik. Avukat ve aynı zamanda, Birleşik Metal-İş’in çıkardığı Çalışma ve Toplum Dergisi’nin Yayın Yönetmeni  Murat Özveri’yle söyleştik.
»İşçiler sendikalarda neden örgütlenmiyor? Sorun ekonomik yapıya karşı gelemeyen örgütlenme modelinde mi?
Bir ekonomi düşünün ki rekabet üstünlüğü sağlamanın en önemli aracı olarak ucuz işçiliği benimsemiş olsun. İşçiliği ucuzlatabilmenin ön koşulu, ücreti düşen, çalışma koşulları ağırlaşan işçilerin bu duruma itiraz etme olanaklarını yok etmekten geçmektedir. İşçiyi çalışma yaşamında koruyan her şey işveren açısından bir maliyet unsurudur. Somut bir örnek üzerinden gidelim.
‘YASA UYGULANMIYOR’
İş yasası fazla çalışmalar dahil günde 11 saatten fazla çalışmayı yasaklıyor. Akşam 20:00, sabah 08.00 arası çalışan bir işçiden sabah 08.00 den sonra iki saat daha fazla çalışma yapması isteniyor. İşçi yorgun olduğunu, gerekirse akşam vardiyasına iki saat erken gelerek, istenilen fazla çalışmayı yapabileceğini söylüyor. İşveren de iş sözleşmesini sona erdiriyor ve feshin geçerli olduğunu savunurken, ben fason çalışan bir işletmeyim, ana firma iş istediğinde onun istediği zamanda ve günde yetiştiremezsem sözleşmem sona erdirilecek. Bu nedenle işçinin, 11 saatten fazla çalışmam demesi benim iş akışımı bozuyor, ben de iş yasası çerçevesinde çalışma isterim ama fason çalışmanın doğası buna uygun değildir diyor.
Bakın bu somut olayda gece 7,5 saatten fazla çalışılamaz diyen yasa uygulanmıyor, kimse de dert edinmiyor.
“İŞVEREN ‘YASA BENİM’ DİYOR”
Günde 11 saatten fazla çalışma yapmaya itiraz yok, sadece vardiya başında yapayım deniyor. Sonuç işsiz kalmak. Bu şekilde çalışan onlarca işçiden sadece birisi itiraz etmiş, oda işten atılmış, mahkemelerde sürünüyor. Bu işçi üzerinden işveren diğer işçilere yasa benim, isteyen çalışır isteyen gider mesajını veriyor ve işsizlik korkusu sayesinde iş yasasını uygulanmaz hale getiriyor. Şöyle de söyleyebilirsiniz. Fason çalışan bir işletmede fason çalışma iş yasasını fiilen yürürlükten kaldırabiliyor.
Bu işyerinde iyi kötü bir sendika olmuş olsa idi, işveren fesih yoluna bu kadar kolay başvurabilir miydi? Pek sanmıyorum. Dolayısıyla bireysel iş yasasının getirmiş olduğu koruma artık yok edilmiş durumda. Sırada örgütlülüğün getirmiş olduğu koruma var. Bunun için de işyerini onlarca alt işverene parçalar, her bir alt işvereni bir başka işkolunda faaliyet gösteriyormuş gibi kayıtlara geçirdiğinizde, sendikanın bu sistem içerisinde örgütlenmesi olanaksıza yakın veya en azından üç dört yıl süren bir hukuki sürecin bitirilmesini gerektirir. Sermayenin buna dahi tahammülü yok. Yasayı değiştirmek için bastırıyor.
YASALARLA SINIRLI KALMAMALI
Sendikal hareket bunu görse de görmese de, var olan yasaları veri alarak mücadele etmeyi kendisine bir sınır olarak çizdiği ölçüde başarılı olmayacağını düşünüyorum. Meşruiyeti, yasalardan değil, hukuktan almayı, haklılıktan almayı benimseyip, meşruiyet eksenli kendi hukukunu yaratmaya dönük, demokratik baskı grubu niteliğini öncüleyen bir mücadelenin zamanının gelip de geçtiğini söylemek zorundayım.
SENDİKAL MODEL SORUN
»Bürokratik yapı sendikaları güçsüzleştiren önemli iç sorun. Bu nasıl aşılır?
Ben sorunun tek kaynağının sendikacıların öznel durumundan kaynaklanmadığına inananlardanım. Sorunun kaynağında sistemin sendikal örgütlenme modeli olarak sadece iş kolu sendikacılığını ve toplu pazarlık birimi olarak da tam aksine sadece işyerini dayatmasının yattığına inanıyorum. İş kolu sendikacılığı işçilerin güçlerinin merkezileşmesi ve etkin kullanılması açısından çok önemli bir örgütlenme modelidir. Ne var ki bu modeli yatay örgütlenmelerle destekleyip, toplu pazarlık birimini de merkezileştirecek TİS çeşitlerini yaratmadığınız zaman, işçilerin güçlerini birleştirmek için var olmuş olan işkolu sendikacılığı oligarşik yapılanmaların doğmasına yol açmıştır. İşçiler işyeri düzeyinde bölgesel ve işkolu düzeyinde sendikal örgütlenmelerini özgürce yaratabilmeliler, toplu pazarlık birimini de yasayla değil, sosyal taraflar olarak belirleyebilmelidirler.
Böylece iş kolu sendikaların, işçilerin güçlerini merkezileştirirken işyeri sendikaları ve onların üst örgütü federasyonlar aracılığı ile merkezileşen sendikal yapının işçilere yabancılaşması yatay örgütlenmelerin denetimi sayesinde en aza indirilebilecektir.
DERT SÖYLETİR
»Sendikaların ayağa kalkması için nereden nasıl ilerlemeli?
Dert söyletir demişler. Derdin büyüğü neredeyse ben sadece oradan başlanmasını önerebilirim. Ötesi haddimi aşar. Şöyle bir örnek vereyim. Bin bir güçlükle bir işyerinde örgütleniyorsunuz. İşveren yasanın boşluklarından yararlanıp TİS yetkisi almanıza itiraz ediyor.
Önünüzde iki yol var.
Birincisi yasanın çizdiği sınırlar içerisinde hareket edeceksiniz. Yetki davasını bir an önce sonuçlandırmak için hukukçularınızı seferber edeceksiniz. Ne var ki ne yaparsanız yapın, hangi sendika olursanız olun, hangi hukukçu ile çalışırsanız çalışın, bu davayı sonuçlandırıp yetki almanız ortalama 424 gün sürüyor. Bu rakamı 1992-2009 tarihleri arasında altı sektörde toplam 8144 yetki başvurusunu inceleyerek buldum.
BİTENE KADAR İŞÇİ GİTMİŞ OLUYOR
Bu süre içerisinde aynı dönemde sendikaların davaları kazanmalarına karşın kaybettikleri üye sayısı 59 bin. Sonuçta sadece yüz işyerinden ortalama 27 işyerinde TİS yapabilmişsiniz, geri kalanların tamamında yetki itirazı aracılığı ile yetkisi olan, üyesi olmayan sendika konumuna düşürülmüşsünüz. Birinci yolun sizi götürdüğü yer burası.
BİR YOL DAHA VAR
İkinci yolda ise yetki itirazı sürerken yetkili sendika gibi davranır, uluslararası hukuktan da alacağınız güçle endüstriyel eylem hakkınızı kullanıp, yetki beklemeden TİS yapmayı denersiniz. Dünyadaki uygulama örneklerini gündeme getirirsiniz. Aynen ifa kurumu gibi denenmemiş yolları denersiniz… Başarısız olursanız değişen bir şey olmaz, yine yetkisiz sendika olarak kalırsınız. Başarılı olursanız sistemin size giydirdiği deli gömleğini yırtmış, kendi hukukunuzu yaratmış ve TİS tarafı olmuş, işçinin saygısını kazanmış muktedir bir sendika olursunuz. İşçiyi sendikasızlaştırmaya mahkûm eden yetki sistemine de sistem demek ayıbından kurtulursunuz. Bu sadece bir örnek.
VUKUATSIZ KABADAYILAR
Rahmetli Savaş Ay Foto Maç gazetesinde bir futbolcuyu eleştirirken ilginç bir hikâye anlatmıştı: “Eski kulağı kesiklerden ocakçı Selim eski bitirimlerden yanık Hulusi’yi yabancı bir futbolcuya benzetir. Tip, huy olarak mı benziyordu diye sorduklarında, Ocakçı Selim benzerliği; ‘Bu yanık Hulusi’ye ‘vukuatsız kabadayı’ derdik biz, anlattıkları üfürmeydi. Atar tutar, asar keser ama hepsi, ağzında… Herkes bilirdi ne mal olduğunu ama mahallenin adamı diye kimse yüzüne vurmazdı.’ diye açıklar. Mahalleli adamın yüzüne vurmamış ama adını cuk oturtmuş, ‘Vukuatsız Kabadayı’.” Sonuç olarak 12 Eylül’de çerçevesi yaslarla çizilen sendikal yaşamın, sendikacıları getirdiği nokta vukuatsız kabadayı durumudur, desem sanırım abartmış olmam.
***
Sadece taşerona karşı çıkmak çözüm değil!
Sendikal alanda en yetkin çalışma olan Çalışma ve Toplum Dergisi’nin düzenlediği ve çok sayıda sendika başkanın da katıldığı toplantıda, “Taşeron çalışmaya karşı çıkmak Sanayi Devrimine karşı çıkmak gibi bir şey olur.” demiştiniz. Kimi bu sözünüzü espri, kimi de var olan durumun tespiti olarak yorumladı. Bununla ne demek istiyorsunuz açar mısınız?
Yanlış anlamalara çok uygun bir tespiti açma olanağı verdiğiniz ve dergimize dönük olumlu değerlendirmeniz için size teşekkür borçluyum… Şunu anlatmaya çalışmıştım. Nasıl ücretli işçi, işgücünün bir meta olarak satılması olgusu sanayi devrimiyle ortaya çıkmışsa, taşeron işçi de yeni bir istihdam biçimi olarak son otuz yılda kapitalist emek sürecinde yaşanan değişimlere bağlı olarak oluşmuştur. Sermayenin işgücü üzerindeki denetimini en düşük maliyetle en üst aşamaya çıkartmasının etkili bir aracı olarak kurgulanmış, yaşamın içerisinde de böyle uygulanmıştır. Kapitalist bir sistem içerisinde taşeron olmasın demek, bu nedenle günümüz koşullarında kapitalizm olmasın demektir. Kapitalist sistemde ister taşeron işçisi olsun, ister asıl işverenin işçisi olsun işgücü üzerindeki denetim kapitalist sistemi var eden özlerden birisidir. Kapitalim kapitalizm olarak kalacaksa işgücü üzerindeki denetimden vazgeçmeyecektir. Kapitalist sistem içerisinde çözüm ararken taşeron olmasın demeniz de çok anlamlı olmayacaktır.
Ne var ki taşeron uygulaması bağımlı, ücretli işgücünün ortaya çıktığı günden bugüne sömürüyü sınırlandıran ne kadar kazanım varsa, sermayenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlandıran, dolayısıyla sermayenin işgücü maliyetlerini arttıran, işçilerin çetin mücadelelerle elde ettikleri kazanımların ortadan kaldırılmasının en önemli araçlarından birisidir. Bu yönü teşhir edilmeli, taşeron üzerinden yapılan işçi haklarına yönelik saldırı deşifre edilmeli, taşeron uygulamasının teknik bir gereksinimden kaynaklanmadığı ortaya konulmalı, taşeron uygulamasının işgücü üzerindeki denetimini maksimize etmek ve sermayenin vermek zorunda kaldığı ödünleri geri alma amacına dönük olduğu vurgulanmalıdır. Asıl önemli olan ve görmemiz gereken, artık sermayenin işgücü piyasasını parçalayarak, bir kast sistemi yaratmış olması, işgücü piyasasında yaratılan bu kastın kendi içerisinde bir hiyerarşisinin bulunduğu ve bu yolla sermayenin işçileri terbiye edip örgütlenme hakları başta olmak üzere işverenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlandıran her şeyi yerle bir etmiş olduğu gerçeğidir.
Çözüm tek tek taşeronun yasaklanması olamaz. Taşeronu yasaklarsanız bu kez ödünç iş ilişkisi karşınıza çıkar, onu yasaklarsanız, çağrı üzerine çalışma çıkar vb. bu böyle devam eder gider. Kaldı ki geçmişin kazanımlarını korumak için taşeron uygulamasının yasaklanmasını söylemek, asıl işveren işçisi olarak istihdam edilen işçilerin içinde bulunduğu koşulları ister istemez ulaşılması gereken bir hedef haline getirmektedir.
Bence alt işvereni işgücü piyasasının parçalanması denklemi içerisinde ele alıp, çözümü de alt işveren işçisi veya asıl işveren işçisi, çağrı üzerine çalışan veya ödünç iş ilişkisi ile çalışan ayrımı yapmadan, sermayenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlandırmaya dönük bütünsel bir karşı çıkışta aramak gerekmektedir. Bu süreçte kuşkusuz bireysel iş yasalarındaki koruma hükümleri önemlidir ancak, çözüm olamaz, çözüm işçilerin kolektif haklarını kullanarak bu süreci TİS lerle geriye döndürmelerindedir diye düşünüyorum.
Söylediğimden taşerona karşı olmadığım, savunduğum sonucu çıkartılırsa bu espriyi de aşan bir tür kendini inkâr durumu olur.
***
İş hukukunun felsefesi değişti
Gerek işçilerin, gerek sendikaların açtığı davalara farklı Yargıtay daireleri aynı konu olsa bile farklı kararlar alıyor. Bu nasıl olabilir? Bir hukukçu olarak, somut bir olay üzerinden değerlendirebilir misiniz?
Yargıtay daireleri arasında zaman zaman görüş farklılığının ortaya çıkması doğaldır. Bu görüş farklılıkları içtihadı birleştirme kurumu aracılığı ile sistem içerisinde giderilebilir. Ne var ki son dönemlerde konu normal kabul edilebilecek düzeyi çok aşmıştır. Bırakın farklı daireler arasında farklı kararlar çıkmasını aynı dairenin aynı konuda birbirinden farklı kararlarına da sık rastlanmaktadır. Yargıtay bu durumu genellikle aşırı iş yükü altında olması, yeterli sayıda ve uzmanlaşmış kadrolara sahip olmaması gibi teknik diyebileceğimiz gerekçelerle açıklamaya çalışmaktadır. Örneğin aynı tarihli aynı daireye ait iki kararın birisinde, feshin haklı olup olmadığını araştırma, geçerli bir fesih var mı bak derken; diğerinde usul ekonomisi gereği fesih haklı mı değil mi incele, denilebilmiştir. Bence bu ve benzeri çelişkilerden daha önemli olan sorun, Yargıtay iş davalarında iş hukukunun temel felsefesine dönük hissedilir ölçüde bir değişimin yaşanmış olmasıdır. Bu değişimin merkezinde, evet işçiyi korumalıyız ama işletmeyi de korumak gerekir anlayışının kabul görmeye başlaması vardır. İşverenler yıllarca uğraşarak iş hukukunda işçinin korunması ilkesinin yanına işletmenin de korunması ilkesi diye bir ilke yaratmayı, iş hukukunun işçi ve işveren arasında dengeleri gözeten bir hukuk olarak algılanmasını başarmışlar, iş hukukunu liberalleştirerek, kamu hukuku boyutunun içtihatlar yoluyla budanmasını sağlayabilmişlerdir.
Oysa iş hukuku denge hukuku değil, işçiyi koruma hukukudur. İşletmenin korunması asla iş hukukunun konusu olamaz. Asıl tehlike de buradadır.
Söyleşi H. Burak Öz (Birgün gazetesi)

Mobil sex Mobil porno Porno izle film izleBeylikdüzü EscortBeylikdüzü Escort